‘Başınızı kutsal şeylerin gizine gömmeyin. Tersine, onu özgürce taşıyın. Yaşama anlam kazandıran bir kafa taşıyın.’ ‘Sağlam, mükemmel, dik vücut daha içten konuşur ve yaşamın amacından söz eder.’ Nietzsche.
Tarihsel perspektif içinden ayrılmadan, çağımızın bilgilerini tazeleyerek, bir eylem adamı gibi hayatı akla ve aklın kavramlarına bağlamak gerek. Tıpkı Nietzsche gibi. Nietzsche’ye göre de, bir şekilde doğadan kaynaklanacak bir ahlak anlayışı savunulamaz bir şeydir. Eylem adamı sürüklenmekten ve kendini yitirmekten kaçar. Hayatını, akla ve aklın kavramlarına bağlar. Özgür bir kafa tam da kavramların yanılsamaya dayalı olduklarını fark ettiği için onları gerçekten yaratıcı ve sanatsal bir biçimde kullanabilecek bir kafa tahayyül eder. Kavramların değil sezgilerin yönlendirdiğini ortaya koyar. Kişi aldatılırken, şunlar doğru değildir diyen muzip bir sezgiye sahip olabilir, ama yine de bütün belirsizliklerden keyif alabilmeyi kabul eder.
Hayatı akla ve aklın kavramlarına bağlayan bakış ışığında, matematik ve fizik bilimleriyle de konuya bakmak istiyorum. Yüzyılımızın başında ortaya atılan iki teori, fizik ve felsefe, dünyamızı çok derinden etkilemiştir. Bunlar kuantum ve relativite teorileridir. Relativite, tek başına kendi yolunda yürüyen bir adamın ürünüyken kuantum teorisi ise, birçok kişinin katkılarıyla oluşmuştur. Planck, Einstein, Bohr, De Broglie, Schroedinger, Heisenberg, Dirac ve Paui gibi… Ve her birine, katkılarından dolayı Nobel ödülü verilmiştir.
Otuz yıl kadar süren bir arayışın sonunda da kuantum mekaniği denilen yeni bir bilim felsefesi doğar. Bilim felsefesi, bilimin konumu, gelişimi ve iç-yapısını değerlendiren, bunu kuramsal düzlemde ortaya koymaya çalışan felsefe bölümüdür. Bilim felsefecileri bir bakıma hem felsefe hem de bilim alanında yer alırlar, her iki alana birden hakim olmaya çalışırlar. Özellikle başlangıçta bilim insanları belirli bir felsefi etkinlik içinde de olmuşlardır. Başlangıçta bilimler felsefenin içinde yer almaktadır, filozoflar aynı zamanda çoğu noktada bilim insanlarıdır, birçok bilimsel alanda bilgi sahibi ve onların sentezleriyle felsefe yapmışlardır. Fizik’i ve Metafizik’i yazan Aristoteles bunun tipik bir örneğidir. Pozitivizm, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önermeleriyle hem bilimsel bir pratiği temellendirirken, hem de felsefenin sorularını yanıtlar. Bilginin gelişimi, özerk dallara ayrılması ve her bölümün kendi içinde çok daha fazla uzmanlık gerektirmesiyle zaman içinde bilimler felsefeden ayrışmaya başlar. Önce doğa bilimleri denilen bilimler, sonra giderek sosyal bilimler ayrışmaya çalışır. Ancak felsefenin bilimle ilişkisi ve bilime yönelik ilgisi süreklidir. Bu süreklilik felsefe ve bilim tarihinde de gösterilebilir. Kısaca tanımlamak gerekirse atom altı parçacıklarının konum, momentum gibi fiziksel yapılarını sistematik olarak, matematiksel bazı denklemlerle açıklamaktır.
Fizikçi Nick Herbert, dünyayı sadece baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akan bir dalga çorbası olarak tanımlarken, Karl Pribram ise tüm duyu organlarının mercek sistemine göre çalıştığını belirtir ve bu mercek şeklindeki çalışma sisteminin ise “dalga çorbası” diye tanımlanan evreni o boyutu ile algılanmasının hayli güç olduğu bildirmiştir. Yani Karl Pribram’ın ifadeleri, insanların dikkatini Nick Herbert’in açıklamasına yönlendirdiği nokta şudur, ‘bizim algılama sistemimiz 5 duyu ile kayıtlı olmasından dolayı algıladığımız evren bize somut madde görüntüsü vermekte ve biz de bunun ötesini algılayamamaktayız. Ancak bu kayıtlılıktan çıktığımız da göreceğiz ki, evren somut maddelerden ibaret değildir. Bu şekilde düşünmekle de bizler için somut olarak kabul edilen madde kavramı hükmünü yitirmeye başlayacaktır.’
Kuantum teorisinin anlatmak istediğini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken beyinler, yeni bir teori ile tanışırlar. O da string yani sicim teorisidir. Sicim teorisi kuantum teorisini bir adım daha geliştirerek, bildiğimiz evrenin bir frekanstan yani bir titreşim okyanusundan oluştuğunu açıklayıp, dalga-parçacık ikilemesinin ötesine geçer. Sicim kuramı, fiziğin temel modellerinden birisidir ve bu sicimlerin diğer teorilerde M-Kuramı gibi aslında tek boyutlu değil iki boyutlu da olabileceği gösterilmiştir. Bu temel yaklaşım farklılığı, parçacıkları noktalar olarak tasvir eden modellerde karşılaşılan bazı problemlerden sakınılmasını sağlamaktadır.
Kuramdaki temel fikir, gerçekliğin esas bileşenlerinin rezonans frekanslarında titreşen ve Planck uzunluğunda olan (10−35 mm civarı) sicimler olduğudur.
Planck’ın yetkin örnek olarak aldığı ‘Kara Cisim’ üzerindeki kuramsal çalışmasının dayandığı temel düşünce şudur. ‘Madde, çeşitli frekansları paketler halinde bulunduran ve bu frekansları yayan bir kaynaktır. Bu düşüncenin yürürlükteki kurama ters düşen yanı yoktur . Ne var ki, Planck aynı zamanda madde dediğimiz kaynaktan çıkan frekansların sürekli değil de paketçikler şeklinde salındığı görüşünü ileri sürer. Klasik fizik ise, enerjinin paketler şeklinde değil de sürekli bir akıntı (su dalgası gibi) olduğunu düşünür.’
____________ klasik fizik
_ _ _ _ _ _ _ _ Kuantum fiziği
Sicim denilen yapı taşlarını gözlemlememiz neredeyse imkansız olduğu ve dolayısıyla bu teori yakın zamanlarda test edilemeyeceği için, şu an fizikçilerin en çok tartıştıkları konulardan biri de, ‘bu kuramın, fiziksel bir kuram mı?’, yoksa yalnızca ‘felsefi bir teori mi?’ olduğudur.
Sicim teoremi son gelişmeler ışığında membran (ince zar) teoremi (M kuramı) olarak anılmaktadır. Parçacıkların sicim değil, bir membran gibi olduğu ve farklı boyutlarda büzüştüğü düşünülmektedir. Membran-M olarak da adlandırılmaktadır.
Birçok fizikçi ispatlanabilir bir teori olmadığı için bu teoriyi benimsememektedir. Çünkü bahsedilen sicim membran parçacıkları ışığın en küçük dalga boyundan bile küçük olduğundan görüntülenmesi şimdilik olanaksızdır. Başka bir kanıt yolu da henüz bulunamamıştır.
Maddeyi hem dalga hem de parçaçık olarak açıklayan kuantum teorisi, sicim teorisine göre somut kalırken, sicim teorisi ile soyuta yani sonsuz anlam alemine doğru emin adımlarla ilerlenmektedir.
Somut maddeden arınma ve bir hiç olduğumuzu anlama çabası içinde olmalıyız. Beş duyu ile kayıtlı olan beynimizi beş duyu ötesinde bir bakış açısına yönlendirmemiz yani soyut olarak adlandırılan bilinç fonksiyonunun önemini fark edip, akıl yönlü yaşamalıyız. Bir ‘beyin’i, varlık değil, bilinç varlık olarak bize ulaşan bilgileri bilinçli, koşulsuz, önyargısız, evrensel bir bakış açısı ile açıklamalıyız.
Figüratif resimde de resimsel biçimleme, soyut resimdeki biçimleme mantığıyla zıttır. Soyut resmin yapısında doğa izlenimi yoktur. Soyut sanat yeni bir resim düzeni, yeni bir boya gerçeği ve değerlendirmesini ortaya koymuştur. Soyut resmin düzeni ve yeni boya etkisi, doğaya bakma ve onu değerlendirme görüşünü de değiştirmiştir.
Soyut resim biçimlemelerindeki yeni resimsel anlatım olanakları batıda figüratif resmi sürdürenleri etkilediği gibi Türk ressamları da etkilemiştir. Öyle ki soyut resme karşı olanlar bile soyut resmin yapıt düzeni ve boyasal yenilikleri kendi figürlü resimlerinde kullanmaya başlamışlardır.
Nedir bu yenilikler?
Biçimlendirme mantığı doğal biçimlerin optik doğruluğuna ya da akli biçim ve ölçülere yaklaşım açısından gelişim göstermiştir. Bu sürece uygun olarak da çizgiye indirgenmiş mekan kavramından optik görüntülü mekan kavramına doğru resimsel bir biçimleme gelişimi olmuştur. Figür resmi çizgisel anlatımda büyük oranda doğanın sunduğu ölçü, yapı ve renk mantığına bağımlı kalmıştır. Doğa biçimini bir inceleme aracı olan desen, soyut resimde gerekliliğini yitirmiştir. Bu durum karşısında soyut resimdeki desen içeriğinin anlaşılması ve saptanması gerekir. Tüm bunlar batıda olduğu gibi bizde de soyuta atılan ilk adımlarda sorunlar yaratır. Soyut sanatın ‘Güzel Sanatlar’ öğretimi yapan kurumlara girmesinin gecikmesi bu sorunlara dayanır. Diğer bir sorun da ‘modle’ işleminin soyut resimde değerini yitirmiş olmasıdır. Figür resminde ‘modle’ işlemi doğa biçiminin üç boyutlu görüntüsünü kesinlikle saptamak için bulunmuştur. Ancak soyut sanatın nesnenin görüntüsü ve inşası ile ilgilenmemesi ‘modle’ işleminin anlamsızlığını ortaya çıkarmıştır. Batıda modlenin önemsiz olduğunu hatta anatomi bilgisinin sanatçı için gereksiz olduğunu yazanlar olmuştur.
Bir diğer ayrılık da soyut resmin yüzeyindeki düzenleme mantığıdır.
Soyut resim doğa görüntülerinin mekan içinde sıralanmasına dayanan derinlik yaratma işlevine gereksinim duymaz. Böyle olunca da sadece resimsel öğeler ve ilişkileri, resim düzeninin ilişkileri içinde daha engelsiz oluşturulabilmektedir. Figür resmin mekansal kuruluş mantığı soyut resimde önemini yitirmektedir. Nesnelerin sıralanmasına ilişkin perspektifin ortadan kalkması ile bir sonsuzluk oluşmuştur. Böylece yeni bir hacim anlayışı biçimlenmiştir.
Soyut resimdeki bir diğer özellik açık kompozisyondan uzaklaşan, tamamen resimsel gereklerden oluşan bağlantılarla inşa edilen bir kompozisyon kurulmasıdır.
Nietzsche’e göre, resmedilecek olan mana, sanatçının kalben hissettiği ve eseriyle bize hissettirmek istediği öz, figürlere hapsediliyor. Çizilen evler, ağaçlar, çiçekler… Bütün figürler ister istemez ressamın kültürel referanslarını yansıtır.
Albert Camus’nun dediği gibi ‘Sanat eseri zekanın somut düşünceyi terk etmesinden doğar’. Siyah ve beyazın suskun ressamı, André Marfaing’in figüratiften uzaklaşması, figür hapishanesinden kaçması, ‘hat’, ‘ebru’ ve daha nice İslam sanatındaki soyut yönelişi anımsatır gibi. Türk ve İran minyatürleri, perspektif yerine uzaktaki figürlerin aynı boyda ama yüksekte çizilmesi, doğada bulunmayan altın ve gümüş yaldızın kullanımı, garip kayalar, dalsız çiçekler, ne eser ne de resmeden bireyi ön plana koymaz. Japonya’dan Avrupa’ya uzanan bir coğrafyada sanatçı doğadan aldığı çiçek, balık vb figürlerini sadeleştirir, zeminde aynı figürü tekrar etmek suretiyle bir soyutlamaya gider.
Bugün modernitenin gölgesinde ve “ilkel sanatlar” diye nitelenen ‘selt’, Afrika ve Güney Amerika halklarının, Kızılderililerin ve Eskimoların soyut sanatına tepeden bakılırken, aslında bu ‘tekrar eden’ desenlerin resme zaman boyutunu kattığı da düşünülür. Selt sanatından Endülüs mimarisine uzanan görsel bir bilgelik gibi. Kur’an sayfalarını, hatları süsleyen bezeme sanatı örnek verilebilir.
.. Husserl’e göre kırmızı soyuttur. Çünkü figür olmadan renk de varolamaz. Ama Zaman ve Mekan’ın içindeki ‘şey’ somuttur. Bu bakış açısına göre şuur soyuttur. Çünkü şuurlu varoluşa işaret eden ontolojik bir kökeni vardır. Fenomen de soyuttur çünkü şuura görünmesi gerekir. Somut varoluş ise ancak şuurun ve şuur tarafından görünen fenomenin yollarının kesişştiği anlarda gerçek olabilir…
Avrupa kültüründe gelişen güzellik anlayışı, Ortadoğu İslam ülkelerindeki güzellik anlayışından çok farklıdır. Aradaki temel fark, batı kültürünün somuta, doğu kültürünün soyuta yönelmiş olmalarıdır. Soyut ile somut ilişkisini inançların sanata yansıyan görüntülerinde bulmak mümkün olur. Örneğin, Yunan sanatında tüm tanrı ve tanrıçaların heykelleri yapılmış, soyut olan ruhsal ilişki somut insan görüntüsüne dönüştürülmüştür.
Yunan kültürünün ruhsallık kavramına bu tür somut yaklaşımı önce Roma kültürü ve oradan tüm batı kültürü de etkiler. Sanat için güzel bir tanım yapmak gerekirse “Sanat zamanın ruhudur” denebilir. Bir toplumun ruhunu merak ediyorsak, o toplumda üretilen sanat eserlerini inceleyerek en doğru kanıya yaklaşılır. Rönesans sanatı incelediğinde de Avrupa’nın somuta verdiği önemi ve doğayı bire bir yansıtmak için gösterdiği büyük özen görülür.
Günümüzde güzellik kavramı ne estetik ne de dengeli uyum ile ilişkilidir. Teknik ve teknolojinin ön plana çıkmasıyla güzellik anlayışı da değişir, şekilsiz ve dengesiz sanat anlayışı batı kültürüne hakim olur. Günümüzün sanat anlayışına, Pablo Picasso’dan (1881-1973) ve Joan Miro’dan (1893-1983) tablolar örnek verilebilir.
Bu durum sadece resim sanatında değil, heykel sanatında, müzik eserlerinde ve hatta sinema yapıtlarında dahi görülür. Zamanın ruhunu yakalayan sanat sözü, toplumun belli bir zaman aralığında sanata, ahlak kurallarına, değer yargılarına kadar yansıyan ‘dünya görüşünü’ kavramaya çalışan kapsamlı bir bakışı içerir.
Yazımı Pablo Picasso’nun şu sözleri ile bitireceğim.
‘Yüzün üzerinde olanı mı, içinde olanı mı, yada ardında olanı mı çizelim.’
sağlıkla kalın,
Salime Kaman
Bir yanıt yazın