İsviçre’de kızımı ziyarete gittim. 16-26 Ocak 2014. Kışın kendini yavaş yavaş gösterdiğini burada hissettim. Bu sefer aklımda Alp dağları. İsviçre denilince, Alp dağları, kar ve kayak akla ilk gelenler değil mi?
Kızımın çocukluğunda severek seyrettiği Heidi’nin yaşadığı yer Alpler. Alp dağlarında dedesiyle beraber yaşayan masal kahramanı Heidi’nin ülkesindeyiz. Kızımla birlikte, Zürich’ten Luzern’e trenle gidiyoruz. Tren yolculuğum sırasında karlı dağlara bakıyorum. Alp dağlarının karlı tepelerinde bir dağ evinde yaşayan Heidi’nin evi de bu karlı yamaçtaki küçük evlerden biri olmalı diye düşünüyorum. Manzaranın güzelliği adeta beni büyülüyor.
Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda örnek alınmış bir ülke İsviçre. Türk hukuku oluşturulurken İsviçre medeni hukukundan alıntılar yapılmış. İsviçre’nin çok medeni bir ülke olduğu ve Osmanlı zamanında Avrupa’da eğitim gören hukukçuların tamamına yakını, İsviçre’de eğitim gördüğü bilinir. Ancak, medeni hukukunu örnek aldığımız, İsviçre’nin kadınlara seçme ve seçilme hakkını 1971 yılında verdiğini biliyor musunuz? Tüm Türk kadınlarımızın bunu akıllarından çıkartmamalarını dilerim. Fransa ve İtalya, kadınlarına seçme seçilme hakkını 1946 yılında verirken, Türk kadınlarına, milletvekili seçme ve seçilme hakları Atatürk’ün girişimleriyle Türk anayasısın da yapılan bir değişiklikle 5 aralık 1934 de tanınmıştır. Ne yazık ki, bazı Türk kadınları bunun değerini hala bilememektedir.
İsviçre üç ülkenin kesişim noktasında kalmış bir ülke. Halkı Fransız, İtalyan ve Alman. Herkes birbirinin dillerini konuşuyor. Üç farklı kültürü var. Bu farklılık mimariye de yansımış. Bunları görmek mümkün.
Yolculuğumuz trenle yaklaşık bir saat sürdü. Luzern’e geldik. Alp dağlarının kuzey eteklerinde bir şehir. İsviçre’nin tüm nüfusu 8 milyon civarında, Luzern şehrinin nüfusu 378 bin. Kentin özellikleri bölgelerine göre değişiyor, kuzeyi sanayi, güneyi ise ticaret ve kültür merkezi sıfatlarını taşıyor.
İstasyondan çıktıktan sonra biraz yürüyoruz. ‘Sammlung Rosengart Luzern’ resim müzesini görüyoruz. İçim içime sığmıyor heyecanlanıyorum. Öyle özledim ki o şaheserleri. Bir an önce onları görmek için içeri giriyoruz. Giriş biletimizi alıp, Picasso’nun eserlerinden başlıyoruz izlemeye.
Giriş katı ve I. katı geziyoruz. Picasso- Brague- Monet- Renoir- Seurat- Sıgnac- Cezanne- Utrillo- Bonnard – Rouault- Dufy- Matisse- Laurens- Sautine- Leger- Kandinsky eserlerini yudum yudum içime çekiyorum ve içimde her bir resim dolaşımını tamamlayınca o resmin önünden ayrılıyorum.
Ayaklarım beni uyarınca ara verip biraz oturuyorum. Bu sefer de gözlerimi kapatıp onları tekrar tekrar gözlerimin önünden geçiriyorum. ‘Tanrım sana şükürler olsun. Bu güzel eserleri bana izleme şansı verdiğin için’ diyorum.
Dinlendin artık yeter diyorum ayaklarıma ve kalkıyorum ziyaret edeceğimiz ‘Paul Klee’ kaldı. Klee’nin hiçbir yerde sergilenmemiş 125 eserinin muhafaza edildiği Rosengart kolleksiyonunu, bodrum katında (basement) tek tek izlemeye başlıyoruz. Klee’nin1910 ile 1940 yılları arasında yaptığı karakalem, suluboya, yağlıboya resimleri. (Klee, İsviçre de Bern yakınlarındaki Münchenbuchsee’de dünyaya gelmiş, 7 yaşında hem müzikle hem de resimle uğraşmış. Kendini şu ifadeler ile, “Her şeyden önce, yaşama sanatı; daha sonra ideal sanatım olarak şiir ve felsefe ve benim gerçek sanatım olan plastik sanatlar;ve son başvurduğum, çizim.”Anlatmıştır. Klee ile ilgili yazmaya başladığım araştırma yazımı daha sonra yayınlayacağım.)
Müzeden çıkıyoruz. Yavaş yavaş yürürken birden benim nehir dediğim bir su kenarına çıkıyoruz. Tarihi doku korunmuş, ihtişamlı binalar nehir boyunda yer alıyor. Benim her gittiğim yerlerde ziyaret ettiğim camiler gibi, kiliseleri de ziyaret ederim. Oralar da Allahın evi. Mimarisini, resimlerini, dua eden insanları, ziyaretcileri incelerim. Tıpkı müze gibi. 16. Yüzyılda yapılmış bir kilise. Bakımlı ve tertemiz. Sessiz ve huzurlu. Dışarı çıkıyoruz kızımla birlikte suskun.
Nehri, içinde yüzen kuğuları, nehrin üzerine çeşit çeşit yapılmış köprüleri, şehri sarmalayan surları ve arkada karlarla kaplı Alp dağlarını izliyoruz. Nehir adeta sizi çağırıyor. Yürüyerek nehre doğru ilerliyoruz, araçların karşıdan karşıya geçerken bizi beklediklerini görüyoruz ve hızlanıyoruz. Gösterdikleri saygıya şükranlarımı belirtmek için elimi kaldırarak teşekkür ediyorum. Kızım, öyle yapmamamı söylüyor. Çünkü İsviçre de yayaya yol vermek bir kültür, bir anlayış, bir saygı diyor. Ben de onlara saygı duyuyorum. İstanbul’u düşünmeden edemiyorum. Çünkü, yaya yeşil ışığında bile korkarak geçmelerimi hatırlıyorum. Kırılıyorum, kızıyorum ve üzülüyorum.
Kuğuların seslerinden oluşan harika bir seranomi ile kendime geliyorum. Kuğulara yem veren çocuklar ve yemleri almak için telaşlı kuğuların çıkarttıkları sesler, sanki konukları karşılamak için söylenen seranomi, üzücü düşüncelerden uzaklaştırıyor beni.
Akşam oluyor. Dönüş vakti yaklaştı. Tren istasyonuna doğru yürümeye başladık. Yine tam vaktinde; ne 1saniye geri, ne 1 saniye ileri geçikme yok. Hayatın tüm zamanlarını eksiksiz ve tam yaşamak buna denir. Zaman değerli burada, tıpkı tüm canlılar gibi.
LUZERN
Posted on
Bir yanıt yazın