8 Mayıs 2016. Güneşli bir hava. Erken bir saatte dışarı çıkıyoruz. Henüz uykuda şehir. Etraf sessiz. Tıpkı içim gibi. İçimin sessizliğini bozmadan sessizce yokuştan aşağıya doğru iniyoruz eşimle birlikte. Belki de sessizliğimin nedenini bildiği için bakışarak anlaşıyoruz. Otobüsler bomboş. Durakta bekleyen otobüse sessizce biniyoruz. Birlikte oturuyoruz ve durup kalkmaların farkında olmadan gidiyoruz. Kaç durak geçtik bilmiyorum. Sonra gözlerim çok çok uzaklara dalıyor ve farklı şeyler yakalıyor. Yakaladığım kareleri kaçırmadan izlemeye başlıyorum. Bir film izler gibi. Filmde de; aynı yollardan geçiyoruz ama çoşkuyla, şiirler, şarkılar okuyarak, çoşkulu konuşmalar yaparak, kahkalar atarak…
Yıllar ne de çabuk geçiyor. Telefonun sesiyle irkiliyorum. Filme ara veriyorum. Telefonumu açıyorum. Karşıdan bir ses. Önce anlayamıyorum. ‘Anne’ sesi beni kendime getiriyor. Omuzlarım kalkıyor. Bir enerji sarıyor vücudumu. Heyecanlanıyorum. Filmim canlanıyor sanki. Dünyanın diğer yarısında ki yerden çok uzaklardan bir parçamın sesi, boynunu bükmüş bitkiye verilen bir can suyu gibi iyi geliyor bana.
Böyle özel günlerde aynı filmi izliyorum. Yaşlanıyorum artık!
Gideceğimiz yere yaklaşıyoruz. Hazırlanıyoruz yavaşca. Otobüs durakta duruyor. Eşimle birlikte elele yardımlaşarak otobüsten iniyoruz. Karşıya geçiyoruz. Yıllardır geldiğimiz yerdeyiz yine. Eskiden de oturduğumuz masaya oturuyoruz. Ben yine eski filmleri izlemeye devam ediyorum.
Kahvaltımızı yapıyoruz. Eşim her zaman ki iştahı ile ne güzel de kahvaltısını yapıyor.
İnsanlar kümeleşmeye başlayor. Şehir uyanıyor. Anneler çocuklar, aileler, büyük babalar- büyük anneler, torunlar. Kimi bebek arabasında, kimi kucakta, kimi koşup oynuyor.. Derin’ciğim gibi.
Kalkıyoruz. Deniz kenarında yavaş yavaş yürüyoruz. Hava güneşli ve pırıl pırıl. Etrafa bakıyorum. Ne kadar güzel şehir diyorum içimden sessizce. Gözlerim erguvan ağaçlarını arıyor. Bu yıl erken yaprağa dönmüşler. Çicekler çok az kendini gösteriyor, nazlı nazlı.‘Erguvan ağaçları, yapraklanmadan önce Nisan ayı sonuyla Mayıs ayı başında yalnızca birkaç haftalığına baharın müjdecisi kabul edilen morumsu pembe renkte çiçekler açar. Yazın sap kısmından girintili yuvarlak yaprakları olur. Sonbaharda ise fasulye benzeri tohumlar bırakır. Bazı inanışa göre İsa’nın ihanet eden havarisi kendini bu ağaca asmıştır. Efsaneye göre bu olaydan sonra önceleri beyaz olan erguvan çiçekleri utançtan kırmızıya dönmüştür.’
Telefonum tekrar çalıyor. İkinci beklediğim ses bu. ‘Anne’. Diğer yarım. Kendimle buluşuyorum. Tamamlandım sanki. Parçadan bütüne, karanlıktan aydınlağa geçiş gibi. Derinliklerimde dualar uğulduyor, bir umman gibi…
Mutluyum. Yavaş yavaş yürüyoruz ve düşüncelerim dört bir yanımdan kucaklıyor beni. Zaman zaman gözlerim ıslanıyor. Havadan diyorum kendime. Susmuyorum yine kendime diyorum ki; ‘Çocuklarıma aydınlık bir gelecek sunmak için hem çalıştım, hem de onlara dünyamıza umut olmalarını aydınlık bir dünyada huzur içinde yaşamaları için Atatürkcü bir annenin çocukları olduklarını, örnek olarak öğretmeye çalıştım. Nasihatlarla öğretmek yerine canlı bir örnek oldum. Onların daha özgür, daha şeffaf daha insalcıl bir gelecekte huzurlu ve umutlu yaşamaları için. Onlarla birlikte, zaman zaman bir arkadaş, zaman zaman bir anne, zaman zaman bir büyüğü olarak vakit geçirdim. Kendi dönemimizde de, yaşadığımız tüm kasvetli ortamları dağıtıp çocuklarımı dinamiznle örülü, her konuda umut ve iyimser bir hava solumaları için onlara sevgi ile sarıldım.’
Atatürkcü düşünceler ışığında kendi anlayış çerçevemde; doğurduğum, büyüttüğüm, yetiştirdiğim çocuklarımla şükürler olsun ki, bugün çok grur duyuyorum. Bayrağımı onlara teslim ettim. Onlar benim ışık ağaçlarım.
Yeni hayatlarını kendileri kendi başına kurdu. Her şeye sıfırdan başladılar. Omurgalı olarak…
İnsani ve ahlaki değerlerle örnek aydınlar oldular. Bugün ayrı ayrı yerlerde iki ışık ve etraflarını aydınlatıyorlar ve aydınlatmaya devam edecekler…
Şeffaf, insancıl, huzur dolu ve özgür…
Sevgi ve sağlıkla kalın
Salime Kaman
Bir yanıt yazın