OSMAN HAMDİ BEY
15 Mayıs 2016 tarihli gazetelerden, Osman Hamdi Bey’in ‘Yeşil Cami Önü’ tablosunun 13 milyon 509 bin TL’ye satıldığını, bu fiatla Türkiye’de satılan en değerli sanat eseri rekorunu kırıldığını, bir önceki rekorun 5 milyon TL’ye satılan ve yine Osman Hamdi Bey’e ait ‘Kaplumbağa Terbiyecisi’ adlı eser olduğu öğreniyorum.
Bu kadar değerli tabloları resmeden Osman Hamdi Bey, Türkiye’de müzeciliğinde temellerini atmıştır. Osman Hamdi ve Müze konusunda kaleme aldığım yazımı okurlarımla paylaşmak istiyorum.
Osman Hamdi Bey’in babası, aslen Sakız adalı bir rum çocuğudur. II.Mahmut dönemi Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşa satın alır ve tüm bakım ve eğitimini üstlenir. Hüsrev Paşa adını İbrahim Edhem koyduğu bu çocuğu 9-10 yaşlarında Padişahın da iradesi ile 1829 yılında Fransa’ya gönderir. Öğrenim için Avrupaya gönderilen ilk Türk Öğrenci grubu içinde yer alan İbrahim Edhem 1839 yılında Paris Maden okulundan başarı ile mezun olur ve 1851 de Mabeyn Feriki(general) olarak sarayda görev alır. İbrahim Edhem, Sultan Abdülmecid’e fransızca hocalığı da yapar. Daha sonra da vezir olur. Bu görevde beş ay kalır. 1876 yılında Berlin Sefirliğine tayin edilir. Ancak Tarihimizde İstanbul konferansı olarak olarak bilinen bu konferansa delege seçilmesi nedeniyle Berlin’den İstanbul’a geri gelir ve 1877 te sadrazam Mithad Paşa yerine sadrazam tayin edilir bu görevde 1878 tarihine kadar kalır. İlk anayasaya dayanarak Meclisi Meb’usanın Dolmabahçe Sarayında törenle açılması ve Ayasofya Cami karşısında açılan bugünkü adliye binası olan binada meclisin çalışmaya başlaması Edhem Paşa zamanında gerçekleşir. 1877-1878 yıllarında Osmanlının Rus savaşından ağır yenilgiyle ayrılması Edhem Paşa zamanındadır. 1879 tarihinde Edhem Pşa Viyana sefirliğine atanır. 1885 tarihinde emekliye ayrılır ve Kuruçeşmede yalısına çekilir ve 1893 yılında vefatına kadar orada yaşamına devam eder.
Edhem Paşa Abdülmecid zamanında Ispartalı yağlıkçılar kahyalığı eden Hacı Mustafa ağanın kızı Fatma Hanımla evlenir ve bu evlilikten Osman Hamdi, İsmail Galip, Mustafa ve Halil Edhem isimli dört erkek çoçuğu olur.
İbrahim Edhem’in büyük oğlu, Osman Hamdi (1842–1910)yi, babası1860 yılında Hukuk öğrenimi için Paris’e gönderir. Ancak resme karşı duyduğu büyük ilgiyi ve sevgiyi babasına yazdığı mektuplarında anlatır ve ancak bu yolda mutlu olabileceğini belirtir. Bu nedenle bir müddet hukuk ve güzel sanatlar öğretimini birlikte sürdürür.
Osman Hamdi, Paris’te Güzel Sanatlar Okulunda resim derslerine başlar, ayrıca özel atölyelerde de resim dersleri almaya başlar. Hocaları zamanın tanınmış ressamlarından Gerome ve Boulanger’dir. Osman Hamdi arada arkeoloji derslerine de devam eder. Paris’teki eğitimi 9 yıl süren Osman Hamdi, Paris’e 1862 yılında resim eğitimini için gelen Ahmed Ali Efendi (Şeker Ahmed Paşa) ve Süleyman Seyid ile de arkadaştır. 19.yüzyılın çağdaş Türk resim sanatının temel taşlarını oluşturan bu sanatçılar Türk resminin gelişim zincirini oluşturan ve ön planda bulunan büyük halkalarıdır. Bu halkaya Hüseyin Zekai Paşa, Halil Paşa ve Hoc aAli Rıza’yı da eklemek gerekir.
Doğu’ya ait konuları işleyen ressam Gerome’in ve Antik çağlara ait konuları işleyen ressam Gustave Boulanger’in öğrencisi olan Osman Hamdi, hocalarının özellikle Gerome’nin etkisinde kalır. Doğu’daki yaşayış Batılı sanatçılar için ilginç ve çekiçi buluş ‘Orientalisme’ diye adlandırılan bir akımı getirir.
Arkeoloğ ve müzeci olan Osman Hamdi’nin resimleri, Avrupalı Oriyantalist ressamlardan bambaşka bir havada, konularını onlardan farklı şekilde seçiş ve işleyişi vardır. Resimlerinde ki bu farklılıkta, Osman Hamdi’nin bu topraklarda yaşayan biri olmasındandır. Memleketine ait konularda başka türlü bir duyarlılıkla duygularını eserlerine yansıtmıştır. Doğu’nun camilerinin, türbelerinin güzellik ve ihtişamlığını gözler önüne sermiştir. Osman Hamdi resimlerinde, kendisinin bir ilkeler adamı olduğu ve sanat için olduğu kadar ilkeler içinde resim yapmanın erdemine inanmasının, Oryantalist bir yol seçmesinde etkili olduğu söz edilebilir. Amacı, sömürgeciliğin en yaygın ve güçlü bir döneminde, Batılı’nın gözüyle Doğu ve Doğulu’yu betimlemesine karşı, akılcı bir gözle Batı’ya, Doğu’nun kültür ve sanat değerleriyle hitap etmek gerektiğinin bilincinde olmuştur ve resimlerini onlara cevap niteliğinde yapmıştır.
Osman Hamdi 1869 yılında Paris’ten İstanbul’a döner. İki yıl Bağdat’a gönderilir ve burada Bağdat valiliğinin yabancılarla ilişkilerini ve yazışmalarını idare eder. 1871 Yılında İstanbul’a tekrar dönen Osman Hamdi sarayda Teşrifat-ı Hariciye Müdür Muavini olur. Viyana Sergisi’ne Osmanlı Devleti’nin komseri olarak katılır. Sergiye gidecek tüm eşyaların hazırlanması, sergi pavyonlarının inşaası işleriyle meşgul olur. Sergiye Osmanlı hazinesinden değerli eşyalarda gönderilir. Bu eşyaların güvenliği, taşınması ve bir zarara uğramaması için Osman Hamdi tüm gerekli önlemleri alır.
Bu konuda kendisine en büyük yardımı babası Edhem Paşa yapar.
1877 tarihinde Beyoğlu Altıncı Daire Belediye Müdürlüğüne atanan Osman Hamdi Bey bu görevinde Rus savaşının sonuna kadar kalır. Savaş bitince devlet memurluğundan çekilir ve daha çok resim yapmaya başlar.
4 Eylül 1881 yılında Müze Müdürlüğüne atanır. Severek çalıştığı bu görev alanı, kendine yeni ufuklar açar.
1883 yılında Güzel Sanatlar Akademisi Sanayi-i Nefise Mekteb-i Alisi’ni ve İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni kurar ve müdürlüklerini üstlenir. 1884′te o güne kadar hiç gündeme gelmemiş olan ve çokça kayıp verilmiş olunan bir zaafı, antik eserlerin yurt dışına çıkarılmasını yasaklayan Asr-ı Atika Nizamnamesini çıkarttırarak yürürlüğe sokar.
Osman Hamdi Bey Müze-i Hümayun’un başına tayin edildiği zaman Türkiye’de otuz üç yıldan beri mevcut olan müze mevcuttu. Ancak, müze denilen bu kuruluş eser bakımından fakir, nizamları sağlam olmayan ve mevcut eserlerde tasnifsiz bir halde bulunmaktadır. Osman Hamdi Bey, ülkesine büyük uğraşlarla sağlam sistemlere bağlı kurumsallaşmış bir müze kazandırır. İstanbul Arkeoloji Müzesini dünyanın en önemli müzeleri haline getirilmesini sağlar.
- OSMAN HAMDİ BEY’DEN ÖNCE MÜZE
Türkiyede ilk müzenin temelini atan kişi Fethi Ahmed Paşa’dır. Avrupayı çok iyi tanıyan ve Tophane-i Amire Müşirliği’ne tayin olan Fethi Ahmed Paşa, Aya İrini kilisesi’nde antika eşya toplanmaya başlar. O dönemde cephanelik olarak kullanılan Aya İrini kilisesinde antika eşya toplanmaya başlanması İstanbul’da bir müzenin çekirdeğinin de oluşmasını sağlamıştır. 1910 yılında Türk müzesinin kuruluşu ile Servet-i Fünun Dergisi’nde Alman Arkeolog ve Berlin Müzeleri Müdürü Dr. Wiegnand ın kaleme aldığı yazıda, müzenin kuruluşuna Sultan Abdulmecid’in Yalova’ya yaptığı bir gezinin yol açtığı kaydedilmiştir.
Yazıda;” Sultan Abdülmecid, 1845 yılında, Yalova’ya bir gezi yapar. Gezi sırasında yerde dağınık vaziyette bulunan üzeri yazılı mermerlere rastlar. Yanındakilere bu yazıların ne olduğunu sorar. Görevliler, mermerlerin üzerindeki yazıların Latince olduğunu ve Kral Konstantin’in isminin de bulunduğunu söyler. Bunun üzerine tepki gösteren Padişah, “Böyle büyük bir hükümdarın namını taşıyan şeylerin yerde yatması doğru değildir” diyerek, mermerleri toplatıp İstanbul’a gönderir.”
O tarihte Tophane-i Amire Müşiri olan Damat Ahmed Fethi Paşa, bu taşları koruma altına alarak eskiden beri silah deposu olarak kullanılan Aya İrini’ye naklettirir. Böylece, Osmanlılarda ilk müzecilik ve müze çalışması başlamış olur. Bu olay, aynı zamanda, bir Osmanlı padişahının tarihe, tarihi şahsiyetlere ve eski eserlere ne denli önem verdiğini, saygı gösterdiğini göstermesi açsından son derecede önemli ve dikkat çekicidir.
Fethi Paşa’nın 1857 yılında ölümünden sonra eski eserlerin depolanmasına devam edilir. Bu tarihten itibaren Anadolu’daki eserlerin aranarak savaş gemileriyle İstanbul’a getirilmesine karar verilir. Devlet bir taraftan tarihi eserleri bir müzede toplamaya çalışırken, diğer taraftan da eski eserlerin yurt dışına çıkarılmasını önlemeye çalışır. Devlet adına yapılacak kazılardan elde edilecek eserlerle bir müze kurma fikri ilk defa 1868 tarihinde Ali Paşa’nın sadrazamlığı sırasında ortaya atılmıştır. Aya İrini’de toplanan eserler, Tanzimat döneminin kültürlü devlet adamlarından,Sadrazam Ali Paşa’nın Maarif Nazırı olan Saffet Paşa tarafından 1869 tarihinde “Müze-i Hümayun” adı ile ziyarete açılmıştır. Müzeye ilk müdür olarak Galatasaray Sultanisi tarih öğretmenlerinden ingiliz E. Goold getirilir.
1868-1871 yılları arasına Maarif Nazırlığı yapan Saffet Paşa, bütün valilere bir genelge göndererek bölgelerindeki eserlere ve bu eserlerin önemine dikkat çekmiş ve bu eserlerin kırılmayacak şekilde ambalajlanarak İstanbul’daki müzeye gönderilmesini ister. Böylece eski eser toplama işi daha da hız kazanır. Goold müzedeki eski eser sayısını 160 çıkardığı gibi bir de müzenin Fransızca kısa bir kataloğunu hazırlatır.
Ali Paşa’dan sonra Sadrazam Mahmud Nedim Paşa döneminde 1871 yılında Müze-i Hümayun kapatır ve müze müdürü E. Goold da görevden alınır. Fakat çok geçmeden Ahmed Vefik Paşa’nın sadrazam olmasıyla Müze-i Hümayun tekrar açılır ve müdürlüğe 68 yaşında olan Avusturya Lisesi Müdürü Alman Dr. Philipp Anton Detheir getirilir.
İlk eski eserler (asâr-ı âtîka) nizamnamesinin ne zaman yayınlandığı tartışmalı da olsa 1872 yılında müze müdürlüğü görevine atanan Alman Dr. Anton Detheir döneminde 1874 yılında Asar-ı Atika Nizamnamesinin (Eski Eserler Tüzüğü) yayınlandığı ve Arkeloji okulunun açılmak istenmesi bu dönemdedir. Asar-ı Atika Nizamnamesi 4 fasıl ve 36 madden ibarettir. Bu tüzük eski eserleri koruyacak nitelikte değildir. Hatta tarihi eserlerin yurt dışına çıkarılmasında meşruluk kazandırmıştır. Tüzüğe göre, kazılarda çıkarılan eski eserlerin 1/3 I devlete, 1/3 kazı yapana, 1/3 I de arazi sahiplerine aitti. Yine tüzüğe göre, kazı yapan yabancılar paylarına düşeni ülke dışına çıkarabilirlerdi. Tüzük eski eser kaçakçılığını önleyemediği gibi, yurt dışına çıkışı meşrulaştırmıştır. Bu nedenle tüzükte yapılan yeni değişikliklerle, Osmanlı sınırları içinde yapılan kazılarda bulunan eserlerin 2/3 I devlete, 1/3 I de arazi sahibine ait olacaktır. Ancak bu tüzük değişikliği yürürlüğe konmamıştır.
İlk Osmanlı eski eserler nizamnamesinde; antikaların tarihi önemi olduğu, bu eserlerin değerlerini bilenler tarafından özel müzelerde saklandığı, Osmanlı topraklarında da bol miktarda eski eser bulunduğu ve bu eserlerin İstanbul’da kurulacak müzede korunması gerektiği ifade edilmektedir. Yine nizamnameye göre yerli ve yabancı, eski eser araştıracak olanlar resmi izin ile, araştıracakları ve çıkaracakları eserleri başka ülkelere taşımayıp, ülke içinde istediklerine yada hükümete satabilecekleri kararlaştırılır.
Müze Müdürü Dr.Detheir, bir taraftan çağdaş anlamda müzecilik için ilk adımları atarken, diğer taraftan da Osmanlı ülkesinden yurt dışına kaçırılan tarihi eserleri geri getirmek için mücadele etmiştir.
Detheir, eski eserlerle ilgili önemli çalışmalar yapmıştır. Onun çalışmaları sonucunda toplanan eski eserlerin sayısı 650’yi bulmuştu.
Müze için, Topkapı Sarayı civarında ayrılan mekanın eski eserlerin muhafaza ve sergilenmesi için uygun olmadığı ve burasının askerlerin silahlarının konulduğu oda olması nedeniyle Seraskerlik tarafından tahliyesi istenir. Bu nedenle eski eserlerin toplanıp sergileneceği yeni bir mekan olarak en uygun yerin Çinili Köşk olacağı düşünülür. Maarif Nazırı Cevdet Paşa’nın teklifiyle de Çinili Köşk’te bazı değişiklikler yapılarak müzeye dönüştürülmesine karar verilir. Çinili Köşk’teki onarım, değişiklik ve eski eserlerin taşınması 1880 yılına kadar sürer. 16 Ağustos 1881 tarihinde düzenlenen bir törenle Maarif Nazırı Münif Paşa, Çinili Köşk Müzesi’ni (bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni) açar. Münif Paşa’nın dönemin Milli eğitim bakanı sıfatıyla müze ve eski eserlere dair görüşlerini aksettiren aynı zamanda yabancıların eski eser kaçakçılığına da önemli parmak basan bu açılış konuşmasından bir bölümü şöyledir.“Diğer uyğar devletlerde olduğu gibi İstanbul’da da bir müzenin kurulması ilerlemekte olan memleketimizin emeli idi. ….padişahımız hazretlerinin, bir büyük eseri olarak bu noksanın tamamlanması hepimiz için bir sevinç kaynağı olmalıdır. Bu gibi müzelerin faydalarını burada yayıp açıklamaya lüzum yoktur. Gelip geçmiş kavimlerin medeniyet derecelerini ve bunların kademe kademe ilerlemesini gösterir.Bundan tarih, ili ve sanat yönünden pek çok faydalar elde edilir. Arkeoloji ilminin Avrupa medeniyetince büyük etkileri herkesin malumudur.”der ve devam eder.
“Eskiden bizde eski eserlerin kıymeti pek bilinmezdi. Kıbrıs’ta bir Amerika konsolosu oradan bir müze dolduracak kadar sanat eserini çıkarıp götürdü. Halen Avrupa ve Amerika müzelerinde mevcut eski eserlerin çoğu memleketimiz eski eser mahsullerindendir. Şimdiye kadar Avrupalılar memleketimizin eski eserlerini türlü yollardan alıp zaptetmeye devam etmekte bunu da bizde buna meyil ve rağbet görülmemesinden dolayı yapmakta idiler…“gibi konuşma devam eder.
Müze eşyaları yeni binaya nakledilir ancak eserlerin tasnifi konusunda gerekli gayret ve dikkatin gösterilmediği, Dr. Detheir’in hiç bir bilimsel tasnife riayet etmediği ve müze eserlerini Çinili Köşk’e gelişi güzel doldurttuğu söylenir, daha doğrusu itham edilir.
Dr. Detheir ölümü üzerine yerine 1881 yılında Müze Müdürlüğüne Sadrazam Edhem Paşa’nın oğlu ressam Osman Hamdi Bey getirilir ve böylece Türk müzeciliğinde yeni bir dönem başlar. Bu görevi 1910 yılına kadar sürdüren Osman Hamdi Bey, aynı zamanda Sanayi-i Nefise Mektebi Müdürlüğünü de üstlenmiştir.
- OSMAN HAMDİ BEY’İN MÜDÜRLÜĞÜNDE MÜZE
Osman Hamdi Bey, müze müdürü olunca, Paris’te ayda bir yayınlanan Gazette des Beaux-arts adlı derginin 416 nolu sayısında şöyle yazar.”Usta bir sanatkar ve irsen diplomat olan Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayun’a seçilişi on bir senelik bir olaydır. Kendisi önce hariciye memurluklarında bulunmuştu. İşte burada Osmanlıların kaderine hükmeden padişahı II.Abdülhamid hazretlerinin iyi tayin ve seçimini taktir ve şükranla anmamak mümkün değildir. Devletin her türli işini görüp yürüten padişah hazretleri Hamdi Bey’i müze müdürlüğüne tayin ile işbu makalemizi yazmaya bizi sevk eden Osmanlıların bu yolda hakikaten ilerlemelerine ve İstanbul’un arkeolojik eserlerin asli merkezlerinden biri olmasına sebeb olmuşlardır.”
1878 yılından beri müze komisyon üyesi olması, sanat ve yabancı dil bilgi birikimleri, Osman Hamdi Bey’in değerinin takdir edildiğini gösterir.
Osman Hamdi Bey, imkan ve şartları gözönünde bulundurarak, bir müzeci bir kültür adamı olarak büyük bir Türk müzesi yaratabilme yollarını araştırırken, öncelikle tasnif işi, müzecilikten anlayan ehil elemanlara, uygun teşhir için uygun binalara ihtiyaç olduğunu bilmektedir. Tarihi eser bakımından dünyanın en zengin hazinesine sahip imparatorluk topraklarından, tarihi eserlerin araştırılıp bulunması ve müzeye getirilmesi, tasnif ve bina işi kadar önemlidir onun için. Güzel sanatlar öğrenimi görmüş ve her şeyden önce kendisi bir sanatçı olan bir müze müdürünün bu ihtiyacı karşılayacak bir kurumun kurulmasını da arzu eder.
Öncelikle Çinili Köşk müze yapılırken bina bir çok tadilatlardan geçmesine rağmen Romanyalı bir mimarın bilgisizce, köşk’ün çinilerinin üstünün sıvalarla kapatılmasının yanlış olduğu ve bu sıvaların kaldırılmasını, zemin ve sakıf tamiratlar için padişahtan irade istihsal edilmiştir.
Çinili köşk tamiratından sonra Sanayi-i Nefise Mektebi için bir bina yaptırma faaliyeti işine giren Osman Hamdi Bey gerekli ödeneklerin temini içinde büyük gayretler göstermiştir. Bugün ayakta duran bina incelenince, bu yapıtın iyi bir etüdün ürünü olduğu anlaşılır. Sanayi-i Nefise Mektebi fenni mimari hocası Vallaury’nin eseri olan bu binada çogunlukla Greko-Romen kültür ve sanat ürünlerinin sergileneceği dikkate alındığından Batı Neo-klasiği özellikte inşa edilmiştir. Modern müzecilik anlayışında uygun görkemli bir yapıdır. Bazılarının görüşüne göre müze binasının planı çizilirken Sayda Lahidleri arasında bulunan Ağlayan Kızlar Lahdi’nin tarz ve üslubundan da ilham alınmıştır.
Müze binalarının yapılmasında büyük gayret ve fedakarlıklar gösteren Osman Hamdi için Sadrazam Halil Rıfat Paşa 30 Eylül 1901 tarihinde kaleme aldığı Mabeyn-i Humayun’a yazılmış bir yazısında; Osman Hamdi’nin aylık 8 000 kuruş olan maaşının bir senelik kısmının derdest-i inşa bulunan daire-i cedide masrafına ibraz olunmak üzere terk ve teberru ettiğini taktirle anlatmıştır.
Osman Hamdi Bey müze müdürü olduktan sonra müze eserleri hızla çoğalmaya başlar. Bu artışlar, babasının Dahiliye Nazırı oluşu nedeniyle Osman Hamdi Bey’in gönderttiği genelgelerin vilayetlere hızla ulaşması ve bunun sonucunda vilayetlerden gelen eserler ve arkeolojik kazılarda meydana çıkarılan eserlerin hızla müzeye ulaşmasıyla gerçekleşmiştir.
Osman Hamdi Bey, Nemrut Dağı, Lagina ve Sayda’da arkeolojik kazılar gerçekleştirmiştir. Sayda’da yaptığı kazılarda bulduğu, arkeoloji dünyasının başyapıtlarından sayılan, aralarında İskender Lahiti’nin de bulunduğu yirmi kadar lahidin bulunuşu, müze için yeni bina yapılması zorunluluğunu ortaya koyar.
Toplam 1800 metrekarelik Alana sahip olan yeni müze binası Lahidler ve mezar stelleri ile dolunca bu bina Lahidler Müzesi olarak anılmaya başlar. İskender,Likya, Ağlayan Kadınlar ve Sahrap lahdi gibi Sayda lahidlerinin en önemli parçaları ile dolmuştır. Yeni bina heykeltraşlık eserlerini almadığı için bazıları Çinili Köşkte kalmıştır. Osman Hamdi Bey tarafından, müzede mevcut eserlerden faydalanmayı sağlamak ve arkeoloji bilimini okuyup öğrenmeyi kolaylaştırmak amacıyla bir süreden beri eski eserlere bunların tarihine ait çeşitli kitaplar içerecek bir kütüphanenin açılması, müzenin üst katında bir tarih-i tabii müzesinin kurulmasına girişilmiştir.
Arkeoloji Müzesi Kütüphanesi günümüzde Osman Hamdi Bey zamanındaki düzenlenen biçimini korumaktadır.
Arkeolojik kazılar devam ettikçe müze bir çok yeni eserler kazanır. Muğla taraflarında çıkarılan Lagina mevkiindeki Hekate Tapınağı’nda çıkartılan frizler (eski Yunan ve Roma yapılarında taban kirişiyle çatı arasında kalan üzeri boydan boya kabartmalarla süslü bölüm), Almanlar tarafından bulunan Magnesiatla Artemis Tapınağı’ndaki kazılarda frizzler de 1891-1893 yıllarında İstanbul’a nakledilmiştir.
Müze kolleksiyonlarının bilimsel bir tarzda düzenlenmsi ile bizzat ilgilenirken, bir yandan da yabancılardan müzeci ve arkeoloğlar getirterek bunların fikir ve emeklerinden faydalanmıştır. Bunların başında Fransız arkeolog S.Reinach vardır. Osman Hamdi yıllar sonra Reinach’a yazdığı mektubunda ‘ İstanbul’da bulunduğunuz esnada belki farkında olmaksızın beni arkeoloji alanında forme etmeğe ilk defa siz başladınız’ diyerek, arkeolojik çalışmaların içine girerek müzecilik çalışmaları yanında arkeolojik yönünüde geliştirdiğini ifade etmiştir. Osman Hamdi Bey’in kazılara ilgi duyması, Müze-i Humayun adına kazılara gitmesiyle Türkiye’nin arkeoloji tarihinde ‘milli kazılar’ faslını açmıştır. Milli kazının ilki olan Adıyaman il sınırları içinde kalan Nemrud Dağı’nda cereyan eden kazıdır ve bizzat kazıda bulunmuştur.
Müze-i Humayun adına yapılan en önemli kazılardan biri Osman Hamdi Bey’in en başarılı arkeloğ olarak dünya arkeloji literatürüne geçmesine neden olan ve İstanbul müzesinin dünyanın en zengin lahid kolleksiyonlarından birine sahip olmasına, bu vesileyle de İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin büyük ün kazanmasına yol açan Sayda kazısıdır.
Eserlerin artmasıyla mevcut binaya ikinci ek bina 1898 tarihinde başlayıp 1903 yılında hizmete açılmıştır. 1903 yılında yapılan İkinci dairenin açılışında Müze müdürü Osman Hamdi Bey’in kardeşi aynı zamanda muavini Halil Edhem( (1861-1938) değerli bir müzeci ve bilim adamıdır. Eğitimini Berlin, Zürich,Viyana da sürdürmüştür. Türk müzeciğine büyük hizmetler sunmuştur. İstanbul Müzesi’nde Halil Edhem zamanında Eski Şark Eserleri Müzesi kurulmuş, Topkapı Sarayı Müzesi açılmıştır. Thomas Whittemore’nin “Ayasofya Mozayikleri” makalesinde “…Halil Edhem şahsi iktidarını, edebi meziyetlerini ve yüksek mevkiini Ayasofya Müzesi’nin mozayiklerinin açılması işinde kullanan ilk Türk alimidir. Onun fikri Atatürk’ün görüşü olduğu gibi Reisicumhur Ekselans İsmet İnönü’nün de görüşü olmuştur. 1932’de bu iş Halil Bey, Dr. Hamit Zübeyr Koşay ve Aziz Ogan idaresi altında A merika Bizans Enstitüsü’ne tevdi edilmiştir. Türk hükümetinin iş bu mümessilleriyle Bizans Enstitüsü arasında 8 yıldan beri devam etmekte olan mesut teşriki mesai dolayısiyle bin yıla yakın bir zamana ait mozayikler ortaya çıkmıştır ki… Avrupa’nın en büyük nakşelerinden olan bu mozayikler 6. Ve 14. Yüzyıllar… ” anlatılmıştır. Çoğu tarih alanında olan yayınları vardır. Türk Tarih Kurumunun asbaşkanlığında da bulunan Halil Edhem’in Türk Tarih Kurumunca iki ciltlik hatıra kitabı yayınlanmıştır. 38 yıl 9 ay müze yönetiminde bulunan Halil Edhem, resim sanatıyla, ressam ve heykeltraşlarla da bir bir uğraşarak eğitimlerinin batıda gerçekleştirmelerinde çaba harcamıştır.) de katılmıştır. Açılış töreninde, Osman Hamdi Bey yeni yapılan binanın ihtiyaca cevap vermeyeceğini belirtirken, ücüncü bir dairenin yapılması lüzumu üzerinde durmuştur. Açılış töreninden bir kaç ay sonra Servet-i Fünun dergisinde yayınlanan yazıda, müze planının Hamdi Bey’in nezareti altında hazırlandığı söylenerek Osman Hamdi Bey’in sanat ve bilim alanındaki bilgisi övülmüştür. Müzenin eserlerce zenginleştirilmesi bilimsel yönüyle de güçlendirilmesi işlerini yaparken Osman Hamdi Bey bir yandan da resim çalışmalarını sürdürmüştür.
Üçüncü dairenin inşaatı nisan 1907 yılında tamamlanarak, Osman Hamdi Bey’in yaptırmış olduğu müze binasının uzunluğu 192 metreyi, zemin katın alanı 4547 metrekare, tamamında ise 9094 metrekareyi bulmuştur.
Türk müzeciliğinde Osman Hamdi Bey, imkansızlar içinde imkanlar yaratan biri olarak görülmüştür. Ölümüne kadar otuz yıl başında kaldığı müzenin bütün kolleksiyonlarını bilimsel yöntemlerle sınıflandırmış, 1973 yılına kadar yürürlükte kalan Asar-ı Atika Nizamnamesi’ni hazırlamış ve yürürlüğe koymuştur. Bu nizamname ile eski eserlerin yurt dışına çıkarılması engellenmeye çalışmıştır.
Osman Hamdi Bey, sadece müzecilik ve arkeoloji alanındaki çalışmalarıyla değil resim sanatı üzerinde ki çalışmalarıyla da, büyük ilgi görmüş zamanın da Türkiye dışında en fazla sayıda sergiye katılan ve eser sergileyen Türk sanatçısıdır.
Osman Hamdi Bey, müzelerin bir memleketin kültüründeki önemli mevkiisi olduğunu, bir memleketin kültür ürünlerinin bu kurumlar yoluyla gözler önüne serildiğini ve müzelerin mükemmelliyetinin aynı zamanda o devletin gelişme derecesini de gösterdiğini ifade etmiştir.
Salime Kaman
20 mayıs 2016
Kaynak
Mustafa Cesar,Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi, Cilt1-Cilt2, 1995, Anadolu Sanat Yayınları
Halil Edhem, Elvah-ı Nakşiye Kolleksiyonu, 1970, Milliyet yayınları
Bir yanıt yazın