İnsanlar birbirine boş boş bakmaya başladı. Bir anlam yok bakışlarda artık. Korku, sardı herkesi…
Korku öyle bir sarmış ki onları öğrenemiyorlar yeni birşeyi. Konuştukları, yaptıkları ayrı ayrı. Sözcükleri önce çıktığı ağızın kulakları duymalı. Sonra diğerleri. Öyle oldu ki ne ağızlar ne kulaklar hiçbirşeyin farkında değil artık. Dört bir yanımız sarıldı anlamsız sözcüklerle. Tıpkı korkak insanlar gibi. İnsanlar, öğrenmeye kapalı, direnci kırık.
İnsanların yılmayan gücü azalıyor artık. Halbuki, bilgi cesaret ister. Cesur kişiler öğrenmeye açık kişilerdir. Bilgi kendine özgür, korkusuz yerler arar ki orada çoğalsın. Bilgi giremiyor artık içeriye. İnsanlar içini demir parmaklıklarla örmüş. Yaşadığı kentlerde beton ağı sarmalamış dört bir tarafı tıpkı, dikenli teller gibi.
Onlar içinde ne kadar özgür olabilir ki insan? Baskı, korku ve şiddetten nasıl kurtulacak? Nasıl öğrenecekler? Umut kırıntılarımı içimde barındırarak, umut kırıcı yokuşlardan, sevgili okurlarım, birlikte adım adım çıkalım mı? Ruhumuzla birlikte yeni öğretileri, soluduğumuz hava gibi, içimize süzülüp gelen bir esinti gibi derin derin dayanabildiğimiz yere kadar çekelim. Güçlenelim.
Kültür nedir?
Bir yaşam tarzı, davranışlar bütünü, din, örf ve adetler, müzik, sanat, kısaca eğitim mi, ‘kültür’?
Hayatımızı sürdürürken yaptıklarımız mı? Yaşamın direnci mi? Bilgi birikimi mi? Nedir?
Osmanlı kültürü büyük ölçüde Orta Çağ İslam kültürü içinde gelişmiş bir kültürdür.
Anadolu Türklerinden başlayarak Osmanlı’ya egemen olan ve bir imparatorluk olmasını sağlayan düzen “potlaç”tır. Potlaç, eski Türklerde yöneticilerin mal biriktirmesi “potlaç” uygulmasıyla engellenirmiş. Geleneğe göre, ‘Kağan’(Moğol ve Türk devletlerinde hükümdarlar tarafından kullanılan unvanlardan birisi ve göreceli olarak en eskilerindendir.) yıl boyunca ganimetlerden ve diğer kaynaklardan bir birikim yaparmış. Daha sonra da bir gün bir ziyafet düzenlermiş. Bu ziyafet sonrasında, ‘Kağan’ın ve ‘Kağatun’un üzerindeki giyecekler dışındaki tüm mal varlığı, halk tarafından paylaşılırmış. Potlaç, toplumsal adaletsizlikleri engellediği gibi, rüşveti ve yöneticilerin hırsızlıklarını da önlermiş.
Kültür kavramı daha önceleri türkçede yokken Osmanlı Devleti’nin batılılaşma döneminde dilimize girmiş. Ülkemizde ilk defa bu kavramları sosyolojik olarak ele alan ve tartışan, düşünürümüz Ziya Gökalp’tır.
II.Meşrutiyet dönemine kadar bizde ‘kültür’ kelimesinin anlamı yokken, son yüzyıllarda yüklendiği anlamlar bakımından, tarihte varolduğumuz günden, bu günümüze kadar hep bizimle birlikte olmuş. Sözlükte, bir toplumda geçerli olan ve gelenek halinde devam eden her türlü duygu, düşünce, dil, sanat yaşayışımızı oluşturan unsurların bütünü, her alanda insanlarca kazanılmış bilgi, ‘insanların, milletlerin, fertlerin bilgi birikimi’ olarak açıklamıştır.
Saf anlam olarak, değer ve kuralların kişi ve guruplar tarafından ortaya koyduğu ve gerçekleştirdiği anlamlı davranışların tümü davranışsal kültürü meydana getirmektedir.
1916- 1987 yılları arasında yaşamış, Türk yazar, çevirmen ve düşünür olan Cemil Meriç, kültür kelimesine yeni anlamlar yükleyerek çoğaltmış ve 161 anlam giydirmiştir. Cemil Meriç’e göre kültür, bir kelime değildir. Bir bukalemundur. Bunun karşısında duran gerçek anlam, esas kavram ise irfan’dır. ‘İrfan’ doğu’yu, doğu düşüncesini getiren, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan büyük bir kelimedir,
Cemil Meriç, kültürle insan yada insanla kültür ilişkisini reddetmiştir., İnsanın asıl işi irfan iledir der ve ona göre irfan, ‘insanı insan yapan vasıfların bütünü’ dir.
Kültürün yeni kuşaklara transferinin gerekliliğine inanan Cemil Meriç; dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış bir düşünce adamına göre kültür, kaypak bir kavramdır. Tahlil edemezsiniz, çünkü unsurları sonsuz. Tasvir edemezsiniz çünkü bir yerde durmaz. Esas olan insanın eğitimidir. İnsan, doğuştan potansiyel olarak pek çok yeteneği getirmekle birlikte uygun ortam bulamazsa, bunları ortaya çıkarmak mümkün olamaz. Şu halde kültürle eğitim arasında da çok sıkı bir ilişki bulunmaktadır.
Kültür, dili, musikiyi, mimariyi, dağı, taşı her şeyden önce insanı işlemek, bunları ulaşabilecekleri en yüksek, en güzel, en ince noktaya kadar ulaştırmaktır
Cemil Meriç kültürle ilgili şöyle der. “Batının kültürü var bizim ise irfanımız. İrfan, insanoğlunun has bahçesi, ayırmaz, birleştirir. Bu bahçede kinler susar, duvarlar yıkılır, anlaşmazlıklar sona erer. İrfan kendini tanımakla başlar. Kendini tanımak için ön yargıların köleliğinden kurtulmak gerekir. İrfan, nefis terbiyesi, olgunluğa açılan kapı, ilimdir. Kültür, irfana göre katı ve fakir. İrfan insanı insan yapan vasıfların bütünü, yani hem ilim, hem de edeptir. Batı ‘kültür’ün vatanıdır. Doğu ise ‘irfan’ın vatanıdır. Kültür, insan davranışlarını yönlendirir. Kültür istikrar ister. Kültür, dinamik olduğu için de sürekli ve daimi bir değişim halinde olur.
Kültür kelimesi şu anda, Türk Kültürü’nde kendisine çok ciddi yer bulmuş ve bilimsel anlamda en fazla kullanılan bir kelime olmuş. Ancak bu nasıl kültür merak ediyorum. Bence etrafımda yaşadıklarımdan gördüklerimden şu anda yerleşik gördüğüm kültür sanki kabile kültürü.
Kabile kültürü ülkeme göç mü etti? Bilmiyorum. Eğer öyleyse ?
Ne acı değil mi?
2015 “The Global Gender Gap Report“da, kadın-erkek eşitsizliğinin dereceleri ülkelere göre istatistik olarak hesaplanıp belirtilmiş. Hesaplamada, ‘eğitime ulaşma’, ‘sağlık-hayatta kalma’, ‘ekonomiye katılım’ ve ‘politik temsil gücü’ olarak dört temel kriterde yapılıyor. Bu hesaplama sonucunda ülkeler kadın-erkek eşitliğine verdikleri önem bakımından liste halinde sıralanmış.
Raporda, düşündürücü olan ise listenin en sonundaki ülkelerin, Kadın ayrımcılığının en üst düzeyde olduğu bu ülkeler sondan başa doğru Yemen, Pakistan, Suriye, İran, Ürdün, Fas, Lübnan, Mali, Mısır, Umman, Suudi Arabistan, Moritanya ve Türkiye….(http://www3.weforum.org/docs/GGGR2015/cover.pdf)
Kabilecilik geleneği, Ortadoğu medeniyetlerinin yüzlerce hatta binlerce yıllık toplumsal doku ve kültürünün temelini oluşturmuştur. Bugün Kuzey Afrika, Arap dünyası ve Orta Asya toplumları, her ne kadar modern devlet statüsüne geçmişlerse de kabilecilik ve aşiretçilik mantığı hiçbir zaman terk edilmemiş, yalnızca şekil değiştirmiştir. Kabilecilik mantığını, yalnızca eski feodal dönemlere özgü tarihi bir konu olarak değerlendirmek yanlış olur. Çünkü çevremizde hala yaşanıyor. Bu yaşananlara kadın yöneticiler dahi tepkisiz.
Kabileci kültürün yanlış değer yargılarından en çok zarar gören kesim şüphesiz kadınlardır. Kızlar ve kadınlar, sözde iffetlerini koruma bahanesiyle aileleri tarafından istemedikleri insanlarla çocuk yaşta evlenmeye mecbur ediliyorlar, kocalarının adeta kölesi halinde yaşamaya mecbur bırakılıyorlar. Bunlar salt kabile kültüründeki erkek eğemen zihniyetin fayda ve çıkarlarını gözetme, onun kompleks ve kıskançlık güdülerini bastırma amacıyla ortaya atılmış kural ve uygulamalardır. Bunlar zaman içinde toplumsal ve dini kurallara hatta devlet kanunlarına dahi dönüşebilir. Kabile kültürü, her zaman bireysel özgürlüğün gelişmesinde keskin bir engel teşkil etmiştir.
Ülkemde, 13-15 yaşında evlendirilen ve 30 yaşında, 60 yaşında görünen kadınlar tanıyorum. Yıllarca yaptığımız tüm çalışmalar-eğitimler şimdi çöp oldu. “Çoğunluğu fakir, dışlanmış, yetersiz beslenmiş ve haklarından mahrum edilmiş. Büyük bir çoğunluk günlük yaşamını sürdürebilmek için hala mücadele ediyor.
Yüzyıllardan beri, kabilecilik kültürüne özgü değer yargıları, ahlaki kurallar, örf, adet ve geleneklerle yoğrulmuş. Ortadoğu toplumunda bireylerin statü, kimlik, önem ve hiyerarşileri de yine bu kültür çerçevesinde belirlenmiştir.
Herhangi bir toplumun belli bir zaman dilimindeki yapısı, bütün sorunlarıyla birlikte, o toplumun maddi ve manevi kültürü arasındaki ilişki tarafından biçimlenmiştir. İki kültür arasındaki dengesizlik büyüdükçe sorunlar çoğalmıştır ve belirginleşmiştir. Maddi ve manevi kültür arasındaki uyum arttığı zaman ise toplumun sorunları da azalmıştır.
İster maddi, ister manevi,ister ikisi birlikte, kültürün evrensel gelişme doğrultusu ve birikimi kendi içinde bir anlam ve amaç taşır. Kültürel birikim, insan-doğa, insan-insan çelişkilerini çözmeye yöneliktir. Kültürel birikimin toplumsal gelişmeye yol açabilmesi, önemli ölçüde maddi ve manevi kültür arasındaki denge ve uyuma bağlıdır.
Bir ülkenin sınırları içinde birçok farklı kültür bölgeleri, alt kültürler bulunabilir.
Kültürel değişme, yeni durum ve ihtiyaçlara bir uyum sürecidir.
Atatürk, tüm bu statüleri önde tutan yanlış değer yargılarını temizleyerek, pırıl pırıl bakan bir cumhuriyetin içinde yaşamamızı sağlamıştır. ‘Temennim’, bunu anlayan değerini bilen, dengeli ve evrensel gelişme doğrultusunda içinde anlamlandıran ve amaç kabul eden nesillerin yetişmesidir. İçinde değişimi sağlayamayan kültürel değişim en tehlikelisidir.
Franz Kafka’nın çok sık tekrarladığım şu ifadesiyle yazımı bitirmek istiyorum.. ‘Değişim hayatımızdan önce ruhumuzda başlar’.
Ya sizce?
Salime Kaman
27 Ağustos 2016
Bir yanıt yazın