8 MART 2020
BİZ KADINLAR ATATÜRK’E NE BORÇLUYUZ
Şuna inanmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir.
Mustafa Kemal Atatürk
‘8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde, bugün kadınlarla erkeklerin her alanda eşit olmalarının hedeflenmesinin ve tüm dünyada bu amaca yönelik adımlar atılması gerekliliğinin bilincinde miyiz?
Dünya Emekçi Kadınlar Günü yüz yılı aşkın süredir kutlanıyor. Kadın işçilerinin hak temelli toplumsal hareketlenmesine dayanan ve dünyanın çeşitli yerlerinde etkinlikler ile kutlanan ‘bugün, 8 Mart’ önemli bir soruna dikkat çekiyor. Halen hem ülkemizde hem de dünyada siyasetten- ekonomiye birçok alanda cinsiyet eşitsizliğinin hüküm sürdüğünü biliyoruz.
Gerçek olan şudur ki; kadınlar erkeklere oranla daha yoksuldur.
116 yıl önce Clara Zetkin, (5Temmuz 1867 -20 haziran 1923 yıllarında yaşamış Alman politikacı ve kadın hakları savunucusu, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 26-27 agustos 1910 tarihinde Danimarkanın Kopenhag kentinde toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda Almanya Sosyal Demokrat Partisi delegeleri Clara Zetkin , Kate Duncker, Rosa Luxemburg ve arkadaşları bundan böyle her yıl 8 Mart’ın “Kadınlar Günü” düzenlenmesi önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edilmiştir.) Karl Marx’ın ölümünün 20. yılında kaleme aldığı ‘Kadınlar Karl Marx’a ne borçludur’ yazısında ‘Marx kapitalist üretiminin gelişmesini ve özünü analiz ederken, kendine özgü analiz yöntemleriyle hareket yasasını keşfettiğini, özellikle kadın ve çocukların çalışmasına ait, ‘kapitalizmin’ kadının eski ev ekonomisi faaliyetinin temelini yıktığını, yani kadının eskiden kalma aile biçimini itelediğini ifade eder ve bununda kadını aile dışında ekonomik olarak bağımsızlaştırdığını ve böylece onun eş, anne ve vatandaş olarak hak eşitliğini kendince sağlam temeller üzerine inşa ettiğini’ ifade eder.
Karl Marx eserlerinde, sosyalist toplum düzeni ile kadın sorununun tam çözümü için vaz geçilmez toplumsal ön koşulları yaratabilecek olan ve yaratmak zorunda olan tek devrimci sınıfın proletarya (işçi sınıfı) olduğuna da vurgu yapar.
Bunlar 136 yıl önce ifade edilirken, bugün ülkemiz kadınları Dünya Ekonomik Forumu’nun 2018 Cinsiyet Eşitliği Endeksinde, Türkiye kadın-erkek eşitliği konusunda 149 ülke arasında 130’uncu sırada yer aldığı öğrenmemiz ne üzücü değil mi?
Türkiye, kadınların ekonomiye katılımı ve fırsat eşitliği kategorisinde 136’ncı, işgücüne katılımda 135’inci, aynı işe eşit ücrette 106’ncı, eğitim olanaklarına erişimde 13’üncü, sağlıkta 64’üncü ve siyasi yaşamda temsilde 109’uncu sırada yer almaktadır.
‘Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun, hazırladığı kadın cinayetleri raporuna göre Türkiye’de 2019 yılında 474 kadın, son 11 yılda 3185 kadın erkek şiddeti nedeniyle öldürülmüştür.
Ülkemizde egemen güçlerin söylemleri ve diyanet fetvalarıyla kadın küçültülmekte, kadın bedeni üzerinden yürütülen politikalar kadınlara yönelik ayrımcılığı artırmakta, şiddeti ve kadın cinayetlerini sıradanlaştırarak kadını geri plana atmaktadır. Kadınların kamusal alanda var olmalarına ilişkin de ciddi tehditler oluşturulmaktadır.
Türkiye’de kadınlar siyasi hayatta bulunmak için ilk adımı 1923’te atmışlardır.
Nezihe Muhittin önderliğinde kadınlar ilk kadın partisi “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurmak istemiş ancak, ‘1909 Seçim Kanunu’ sebebiyle bu parti kurma girişimi sadece dernekleşme olarak sonuçlanmıştır.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra, 3 Mart 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş ve kadınların kamusal alana girmesini amaçlayan yasal ve yapısal düzenlemeler yapılmıştır. Tevhid-i Tedrisat Kanunun ilanıyla eğitim kurumlarının hepsi Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış ve eğitimde kızlar da erkeklerle aynı haklarla sahip olmuşlardır. Bundan tam 96 yıl önce!
1930 yılında çıkan Belediye Yasası ile seçme ve seçilme hakkına kadınlar da sahip olmuşlardır.
1933 yılında Köy Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma hakları verilmiştir.
1934’te yapılan Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış ve TBMM’de ilk kadın milletvekilleri yer almıştır.
8 Şubat 1935’te TBMM Beşinci Dönem seçimlerinin ardından 17 kadın milletvekili ilk kez Meclis’e girmiştir.
1936’da yürürlüğe giren İş Kanunu’na yeni düzenlemeler getirilerek kadınların çalışma hayatına girmeleri sağlanmıştır.
Atatürk, kadınlarımıza eş, anne ve vatandaş olarak hak eşitliği için sağlam zeminleri inşa ederken, yasalarla da kadın haklarını sağlamlaştırmıştır. Hiçbir kadının elinden hakkını, özgürlüğünü almadan, bizlere bunu sunuyor, yasalarla da güvence altına alıyor. Her konuda bizleri cesaretlendiriyor ve güçlendiriyor. Sindirmiyor. Bundan tam 96 yıl önce.
Atatürk’in Tarsus ziyaretinde yolunu keserek ve ayaklarına kapanan, gözyaşları içinde, “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m!” diyen Kurtuluş Savaşı’nda çeşitli cephelerde çarpışan ve “Kara Fatma” lakabıyla anılan “Adile Çavuş” ı, eğilir elinden tutar kaldırır ve kadının güneşten kararmış yüzüne ve ışıl ışıl yanan kahverengi gözlerinin derinliğine minnet dolu bakışlarını yönlendirirken, “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın” diyerek, kadının artık ‘Cumhuriyet’le birlikte yüceltileceğine, el etek öpme devrinin kapatıldığına derin bir vurgu yapar.
Atatürk, ‘toplumun %50’sini oluşturan kadınlar mutlaka eğitim görmeli, yaşamın içinde daha fazla rol almalıdır.” diyerek kadının yaşamdaki rolünün önemini biliyor onlara değer veriyor ve eşit haklara sahip olması için 96 yıl önce yapması gerekeni fazlasıyla yapıyor. Bu nedenle biz kadınlar Atatürk’e borçluyuz. Borcumuzu da O’nın emanetlerine sahip çıkarak, bilimin ışığında açtığı çağdaş yolda yürüyerek ödemek zorundayız.
Yaşananlar ne olursa olsun, kazanımlardan geriye düşmeyerek ilerlemek zorundayız. Mücadele ederken de geçmişteki hatalardan dersler çıkartmak gerekir. Kadınların kendi bedenlerine yabancılaşmadan kurtuluşu, özgürleşmeyi ve güçlenmeyi hedeflemeleri gereklidir.
Buda, kadın dayanışmasını yükseltmekten ve patriarkalın tekrar tekrar teşhirini yapabilmekten geçer. (Ataerkilliğe dayanan, ata erki temelli olan oluşumlara ‘ataerkil’ veya ‘patriarkal’ denir. Ataerkil, maço kültürünün yaygınlaşmasına da zemin hazırlar)
Kadınların cins eşitliği mücadelesi elbette uzun yıllardan beri sürüyor. 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edilmesinin tarihi olan 1910’dan beri kadınların daha sistemli bir biçimde mücadele ettiğini de biliyoruz
Kadın örgütleri, birlikte konuşarak, dayanışma ve el birliği içinde çalışmasının çok önemli olduğu bilinciyle ve farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle Kadın olmanın varoluş biçimini kendi dinamikleriyle yapı bozuma uğratmadan var edebilirler.
Konuşmak karşılıklı bir eylemdir. Bu karşılıklılık da Evrensel bir ilkedir.
Yine biliyoruz ki, ’1990’ların başından beri ise, neoliberal politikaların kadınların kazanılmış haklarının tasfiyesine başlamaları, hemen bütün ülkelerde toplumun genelinde kadınların eşitlik mücadelesine ve taleplerine karşı duyarlılık göstererek kadınların karşı tepkilerle birleşen mücadeleleri, görmezlikten gelinemez.
20.yüzyılda, sanayi devrimi sonrası kadınların işgücüne katkılarının artması kadın hareketini hızlandırmıştır. Ekonomide ve sosyal hayatta pay sahibi olmaya başlayan kadınlar pek çok ülkede seçme ve seçilme haklarına sahip olmuştur.
Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Merkezlerinin ‘Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması’nın 2019 yılı sonuçları da şiddetten eğitime kadar hayatın hemen her alanında kadınlar üstündeki baskıların arttığını göstermektedir.
Ülkemizde eşitlik mücadelesinin evrensel olduğu bilinmesine rağmen kadınların eşitlik mücadelesi ilkesel olarak reddediliyor.
Jack Holland’ın ( 4haziran 1947- 14 mayıs 2004, İrlandalı gazeteci, romancı ve şair) ‘Mizojini Dünyanın En Eski Önyargısı- Kadından Nefretin Evrensel Tarihi’ kitabında kadınlara, cinselliklerini yalnızca anne olmak için kullanabilecekleri, erkeğin tamamlayıcısı olacakları kişiliksizleştirilmiş bir rol biçtiğini ileri sürüyor. Jack Holland’a göre, kadına duyulan nefretin diğer bir dışavurumu ise onun doğurganlığını tahakküm altına almaktır.
Yazar, ‘Mizojini Kadından Nefretin Evrensel Tarihi’ eserinde Batı’daki mizojinin tarihsel gelişiminin yanı sıra Müslüman coğrafyada, Afganistan, Pakistan ve İran gibi ülkelerde kadınlara duyulan nefretin altında yatan sebepleri ve işlenen nefret suçlarını da anlatıyor.
Kadın dayanışmaları ancak birlikte oluşturdukları güçle, evrensel normlar içinde yeni bir dünyanın kapılarını açabilirler. İnanıyorum. Dayanışma ile tabii ki!
Dayanışma yalnızca bir kavram ve olgu değil, insan onurunun korunmasına katkıda bulunduğu için aynı zamanda siyasal-toplumsal anlamda evrensel bir normdur. Çünkü eşitlikçi siyasal dayanışmanın hareket noktasındaki amaç da insanlık onurunun korunması vardır. Gerçekten de insan hak ve özgürlükler mücadelesi başladığı andan itibaren insan onuru nedir sorusu sorulmuş, değişik disiplin ve perspektiflerden çeşitli tanımlar yapılmıştır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, bütün insanların hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğdukları ifade edilir. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de tüm insanlığın onura sahip olduğunu insan haklarının, insanın doğuştan sahip olduğu onurundan türediğini kabul etmiştir. Böylece, insanın doğuştan sahip olduğu dokunulmaz, devredilmez hak ve özgürlüklerinin varlık nedeni insan onuruna bağlanmıştır.
İnsan onuru, geniş anlamıyla, insanın insan olması nedeniyle taşıdığı dokunulmaz öze ve insan kişiliğinin temel çekirdeğine, insanlığın saygıyı hak eden içkin değerine işaret eder. Özel ve anlamlı bir ifade biçimi olarak onur, insana duyulan saygıdan kaynaklanır.
21 yüzyıl Türkiye’sinde kadınlar erkeklerle her alanda eşit hak ve özgürlüklere sahip olmalıdırlar. Kadınların sosyal ilişkiler içinde olma ve geleceğini güvence altında tutma, eşit iş gücüne katılmaları en doğal haklarıdır.
Küçük yaşta yapılan evlilikler, kadına yönelik şiddet bir toplum ayıbıdır. Kimi babaların kız evlatlarına karşı aşağılayıcı, küçümser davranışı, erkek evladın kız evladından üstün tutulması ve küçük yaşta kız evladın çıkar karşılığında evlendirilmesi yaşanan en büyük insanlık ayıbıdır.
Ülkemizde bugün kadınlara ve kız çocuklarına yapılan ayrımcılık, işsizlik ve eğitimsizliğe karşı ve erkek egemen güçlerin kadın onurunu incitici ‘İtaat edin rahat edin’/ ‘Kadın ve erkeğin eşitliği fıtrata aykırıdır’ gibi ifadeleri, insan kişiliğini zedeleyen söylemlerdir.
Egemen güçlerin özellikle bu tip söylemlerinin son bulması, insanın doğuştan sahip olduğu hak ve özgürlüklerinin engellenmesine, yasalarla hak ve özgürlüklerin koruma altına alınması biz kadınların arzusudur. İnsan olarak da kadın olarak da.
Kadınlarımızın, toplumsal hareketlerin kristalleşme noktası olarak kadın koalisyonlarının içinde yer almaları ve varlığının kesintisiz işlevlerine devam etmesi kaçınılmazdır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi;
Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layık
Salime Kaman/ Arkansas 2020
Bir yanıt yazın