Gerçekler öyle şiddetli çarpıyor ki hayatlarımıza. Ayrılıklar, bölünmeler, ölümler.
İnsanlık çaresizlik içinde! Kendimizi toplamamız gereken dönemin tam içindeyiz.
Bugün dünya insanı içinde bulunduğu durumun hala farkında değil. Hayatını, olayları, gidişatı görmüyor bilmiyor. Gözlerimiz aklımız, duygularımız kapalı ve uyuyoruz. Halbuki insan kendisinin, hayatının, yaşanan olayların, gidişatın farkında olmalı?
Farkında olmalıyız.
İçinde yaşadığımız bilgi çağında, nesiller git gide daha yetersiz bir hala geldi. Bilgi sahibi olmayan kimseler, kendi yetersizliklerinin boyutunu göremedikleri için, temelsiz özgüvenleriyle kendilerinden emin olmaları. Bilgili olan kimselerin de kendilerinden emin olmamaları ve daima çekimser olmaları.
Dünyanın açık kalplere ve aydın insanlara ihtiyacı var. Bu nasıl olacak? Bu ancak dünyaya bakış açımızın sağlam temeller üzerine inşası ile mümkün. Aydın insanların yetişmesi onların derinlik veya sığlığı çocukluk yıllarında oluşur.
Hızlı iletişim, değişken bilgiler ve sonsuz görsel akış içinde, boğulmaya başladık yavaş yavaş!
Hayatının, olayların, yaşananların farkında olan veya olmayan dünyayı talan eden doyumsuz bireyler artık kişilik bölünmesi yaşıyorlar. Dünyada yaşanan bu değişim sancısı karşısındakini umursamazlıklar her yerde, tıpkı bir salgın gibi.
Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
İçinde yaşadığımız ve adına da bilgi çağı dediğimiz çağ, ya da bilişim çağı sınıfta mı kaldı?
Gelişmiş bilgisayar ağları, gelişmiş insan-bilgisayar etkileşimi, hücresel iletişim teknolojileri, gelişmiş bilgisayarlar sıkıştı kaldı.
Tatsız tuzsuz bir çevre. Umursamazlıklar her geçen gün artıyor.
Bilişim ve iletişim altyapısının geniş coğrafi alanlara yayılması, yükselen beton yığınları arasında doğal zenginliklerimizi kaybederken doğal yaşamlar da belleklerden yavaş yavaş silinmeye bırakıldı. Halbuki, yeryüzü insanların gereksinimlerini karşılayacak zenginlikte ve herkese yetecek kadar çok ama açgözlü insanlar bir türlü doyurulamıyor.
Bireyler, kurumlar ve toplumlar birbirleri ile ilişkilerini bilindiği gibi iletişim ve bilgisayar ağları üzerinden yürütmeye başladılar. Ancak veri ve enformasyon erişiminin zaman ve mekandan bağımsız hale gelmesine olanak sağlarken, çoğu insanda yaşamın, kendisinin olayların farkında değil hala. İçinde yaşanılan durumda yani bilişim çağında, bilgisizlik ve çaresizlik içinde geri kazanma şansı olmadan fakirleştik. Doğal olan her şeyimizi kaybettik. Zavallılaştık mı?
Evrensel aklın hizmetindeki insan insana karşı gösterdiği ilginin tümel ifadesini dile getiremez ve yaşadığı problemleri ifade edemeyen, ifade etmeye korkan insanlar artık bütünsellik içinde ortaya çıkamaz oldu.
Sözler, sözleri dinlemiyor.
Bilginin ve bilgi nesnesinin niteliğini aydınlatanlar nedir? Tabii ki daha mutlu bir yaşamın koşullarını oluşturmaktır. Buda ancak eleştirel öz bilimle olur. Varsayımlar yoktur. Her bilgi kavramı, bir varlık kavramına bağlıdır. Edmund Husserl’in fenomenoloji olarak ifade ettiği bu yöntem, tüm yapısal bağlantıları içinde yaşam dünyasını oluşturan varlıkların genel öz öğretisi olarak ‘bir yaşam dünyası ontolojisi’ geliştirmiştir.
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz salgın ortamını hiç kimse yönetemedi, milyonlarca insan çaresizlik içinde. Binlerce ölümlere sebep oldular. Hem de bu bilgi çağında, niçin?
Algılanan ve yaşanan dünyaya yönelen bilgi eleştirisi yani fenomenoloji, bir bilginin mutlak olması için o bilginin elde edildiği varlık alanının da mutlak olması gerekliliğinin ifadesidir.
İnsanın içinde yaşadığı ortak çevre, günlük yaşamımızın geçtiği ‘yaşam dünyası’dır. Tüm yapıp etmelerin, kültür ürünlerinin, kullanılan eşyaların, sanat yapıtlarının oluşturduğu alan olan ‘yaşam dünyası’nın anlam ve içeriğini, geçmiş nesillerin bilme ve eylemelerinin uzun tarihi oluşturmaktadır. O, insanın kültür dünyasıdır. Yaşam dünyasına ve onun değişmeyen yapısına geri gitmek gerekir. Yaşam dünyası olgusal ve antropolojik bir gerçekliktir. Geçmiş ve günümüz topluluklarında yaşayan insanların çeşitli yönlerini inceleyen bu bilim, insanı kültürel, toplumsal ve biyolojik çeşitliliği içinde anlamaya; insanlığın başlangıcından beri toplulukların çeşitli koşullara nasıl uyarlandığını, bu uyarlanma biçimlerinin nasıl gelişip değiştiğini, çeşitli küresel olayların nasıl dönüştüğünü görmeye ve göstermeye çalışır. Bugün 21. Yüzyılda içinde yaşadığımız bu dönemde okullarımız, insanlarımız bilimden sinsice koparılırken hiçbir şeyi anlamayan, öğrenmeyen ama her şeyi bildiğini sanan gerçeklerden kopan duyarsız bir toplum yaratıldı. Bertrand Russell’in (18 Mayıs 1872- 2 Şubat 1970, Britanyalı filozof, matematikçi, tarihçi ve toplum eleştirmeni) dediği gibi ‘Dünyanın asıl sorunu, akıllılar hep kuşku içindeyken aptalların daima kendinden emin olmalarıdır.’
Bizler tüm bilimsel açıları insanlık için kullanmak için daha da genişletmemiz, derinleştirmemiz gerekirken sığlaştırdık hatta çoğu bilim yuvalarını kapattık.
Bakışlarımız, düşüncelerimiz, bilimsel ne varsa hepsinin köreltilmesini bir avuç insanın inisiyatifine bıraktık ve seyre daldık. Bugün de kayıp insanlarımızın sayılarını dahi bilemeden çaresizce bekliyoruz. Korkuyla…
Bilgi çağında, insani bilimlerin en bilimselinden uzak kalarak.
Yaşam dünyası, maddi şeyler dünyasıdır ve görelidir.
Bunun aksine, her yaşantı akımı, bir ‘ben’e aittir.
‘Ben’ kendi mutlak varlığını, prensipte bir imkan olarak garanti eder. Bu imkan ancak ‘ben’de ve ben ile onun yaşantı akımının birbirleriyle olan karşılıklı bağlılığı bakımından vardır.
Bizim toplumumuzda ‘ben’ nasıldır?
Her yaşantı yani ‘ben’ kendi mutlak varlığına sahip olabiliyor mu?
Bir bilginin mutlak olması için, o bilginin elde edildiği varlık alanının da mutlak olması gerekir. Mutlak varlığa sahip olamayan bir ‘ben’, mutlak bilgiye nasıl sahip olabilir ki?
‘Biz’ olabildik mi?
Biz olmak paylaşmaktır. ‘Ben’leri öldürmeden bizi korumaktır. Mekan ve zaman ister biz olmak. Ortak payda ister.
‘Ben’ olmayı başaramayanlardan ‘biz’ olur mu?
İnsan, kendine dayanabilmelidir. Kendine yetebilen bir kişi ancak kendine dayanabilir. Kişinin farkında olmasıyla, farkında olduğu şey arasında bir ilişki olmalıdır. Böyle bir ilişki kurulabiliyor mu?
Farkında olmak iyileşmektir, değişmektir. Bizim toplumumuz farkında mı? İyileşti mi?
Bu şartlarda, insanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık yeterli niteliklerde midir? Çoğunluğumuz nasıl? Ardı arkası kesilmeyen sorular sorular var ancak soran yok. Soranlara da cevap yok.
Yozlaştırıldık. Yozlaştık.
Bugün çoğunluğu yozlaştırılan bu insanlar ölüyor. Kalanlar da ölen yakınına, komşusuna, mahallesine, köylüsüne sadece bakıyor ve bilmiyor, anlamıyor.
Neden diyemiyor?
Çünkü, gözlemleyen bilinçler kayboldu, kaybettirildi. Kişinin birbiriyle hatta kendiyle ilişkileri koparıldı. Yalnızlaştırıldı. Yozlaştırılan kimliklerin neden olduğu bu fütursuz davranışlar içinde çevresine de zarar vererek büyük bir virüs seli oluşturuldu.
Emeğinden başka sunacak bir şeyleri olmayan insanlar, bu sorunlar içinde, çaresizce ayakta kalma mücadelesi veriyor yine her zaman ki gibi sessizce.
Yozlaşan çoğunluk içinde ki kimi köpük saçan ağızlar ölümcül yaralar açmaya devam ediyor. Yıkımların içinde bulunmaktan sevinç çığlıkları eşliğinde oluşturdukları tehditkar tavırlarıyla masumiyetleri öldürmekten zevk alan salyalı yozlar, her zaman sistemler yeniliklerini yitirdiğinde ya da tarihsel koşulların ve bilginin değişmesiyle sistemlerin yetersizlikleri ortaya çıktığında görülürler.
Sergilenen aldırmaz tavırlar, kişisel bütünlüğünü kaybeden insanlarımız kendini yavaş yavaş kaybolmaya mahkum ediyor. Halbuki her insanın, doğuştan sahip olduğu dokunulmaz, devredilmez hak ve özgürlüklerin varlık nedeni olduğunun farkında olsa ‘evde-okulda’, her yerde, bugün yaşanılan büyük ölümler olur muydu? Ben inanıyorum ki olmazdı. Tüm dünya da olmazdı.
İnsanın bu şartlar içinde doğaya karşı geliştirdiği toplumsallıklar, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı niteliklerde olmazdı. İnsan kendi iç bağımsızlığı ve özgürlüğü ile yaşamını sürdürseydi, somut yaşamda yaşanması gereken şeyler bilgi ile temellendirilebilseydi, kendisini kuşatmış olan dayatmalardan sıyrılabilirdi.
Farkında olmalı insan, görülmesi veya bilinmesi gereken şeylerden haberi bulunmalı, kavranması gereken bir şeye dikkat etmeli. Kendisinin, hayatın, olayların, gidişatın farkında olmalı. Farkındalığın var olması yaşamın var olması anlamına gelir.
Merak etmeyen, sorgulamayan insan öğrenemez ve gelişemez. Bugün yaşananlarla bunu açık açık bir kez daha gördük. Gerilemek? Bedeli de çok büyük olmuyor mu?
Halbuki, farkındalığın var olması, yaşamın var olması anlamına geldiği bilinse bu yaşananlar bu boyutta olur muydu?
Unutkan bir millet olduk. Düşünmüyoruz.
Yaşananlardan ders alan yok çünkü hiç kimse yaşanan felaketlerin farkında değil. İnsanlar güvensiz.
Farkındalığın bizi unutkanlıktan ve dağılmaktan kurtardığı bilinse, herkes yaşamının her anını dolu dolu yaşayacak. Mutlu olmak için bir yol aramayacak. Çünkü mutluluk bir yolda değil. Mutluluk yaşantımızın içinde. Her ‘an’ını anında yaşamak mutluluğun ta kendisidir. Mutluluğun bir yolu yoktur, mutluluğun kendisinin yani yaşam yolu olduğunu bugün içinde yaşadığımız bu salgın ortamında daha iyi anlamadık mı? Tıpkı Thich Nhat Hanh’ın dediği gibi, ‘mutluluğun bir yolu yoktur, mutluluğun kendisi yoldur’
Thich Nhat Hanh, (11 Ekim 1926 yılında Vietnam’da doğmuş, Zen rahibi, öğretmen, şair, insan hakları aktivisti. Fransa’nın güneyinde kendi kurduğu bir manastırda yaşıyor ve insanlara ‘farkındalıkla yaşama sanatı’ konusunda rehberlik ediyor.) ‘Farkındalığın Mucizesi’ kitabında, farkındalığın tamamen uyanık ve şuurlu olma becerilerini geliştirmekten geçtiğini, sade ve duru anlatımıyla ve hoş öyküler aracılığıyla bize pratik uygulamalar sunarken, en basit eylemin daha büyük bir benlik anlayışına ve huzura yaklaşma fırsatı barındırdığını ifade ediyor.
Yazar kitabında farkındalığı sağlamak için nasıl nefes alındığını bilmek gerektiğini nefesin, yaşamı bilinçliliğe bağlayan, bedenimizle düşüncelerimizi birleştiren bir köprü olduğunu zihnimiz dağıldığında onu yeniden denetlemenin bir aracı olarak nefesin nasıl kullanıldığını anlatıyor.
Thich Nhat Hanh, “Farkındalığı (mindfulness) nasıl pratik edeceğinizi biliyorsanız, şu an ve burada kendinize huzur ve sevinç yaratabilirsiniz. Başlangıçta bir numara olmadığınızı anladığınızda, mutlu olamayacağınıza inanıyorsanız, farkındalığı pratik ettikçe bu gibi düşünceleri serbest bırakmayı öğrenirsiniz. Takdir edersiniz ki, bu pratik ile zamanla değişebilirsiniz. Farkındalığın sadece bir araç değil, bir amaç olabileceğinden korkmanıza gerek yok. Çünkü mutluluğun bir yolu yoktur, mutluluğun kendisi yoldur” der.
Kitapta da bahsettiği gibi, bulaşıkları bulaşık yıkamak için yıkamadıkça, yaşam mucizesini idrak etme yeteneğinden de tamamen yoksun olduğumuzu, anı yaşamadan geleceğin içine çekilerek yaşamın tek bir dakikasını bile yaşayamadığımızı anlatır.
Yaşadığımız bu kötü zaman ve şartları doğduğum, yaşadığım topraklardan çok çok uzaklarda, nefesimi, varlığımın şuurunu, düşüncelerimin ve hareketlerimin bilincini an an izleyerek yaşıyorum.
Thich Nhat Hanh’ın dediği gibi, ‘Geleceğe değer vermenin en güzel yolu şu ana değer veriyor olmaktır.’
Tıpkı bir sanat gibi.
Salime Kaman
Arkansas, 15 Nisan 2020
Bir yanıt yazın